Saturday, March 31, 2012

Pan di Stelle


   



      Pan di Stelle, yeni aşkım. Yemeye doyamadığım İtalyan kurabiyeleri. 10 tanesi artı bir fincan çay genellikle benim akşam yemeğimi oluşturuyor. Canım tatlı istediğim anda, hemen saldırıyorum bu kurabiyelere. Sütle de çayla da çok enfes oluyorlar. İtalya'ya yolunuz düşerse herhangi bir süpermarketten alabileceğiniz bu kurabiyeleri mutlaka deneyin.

Wednesday, March 28, 2012

İyi ki doğdun Didem



     Bu fotoğrafta karşımda gördüğünüz güzel kız Didem. (kırmızı ayakkabılı olan.:) ) Ve bugün de onun doğum günü. Lady Gaga ile aynı günde doğmuş yani. Çok tatlıdır Didem. Ben Didem'i çok seviyorum. 
İyi ki doğmuş ve iyi ki Napoli'ye gelmiş, Liege'e gitmemiş. Burda hep beraber eğleniyoruz, zıplıyoruz, gün batımını izlerken yemek yiyoruz, o bana İtalyanca çalıştırıyor.
Nice mutlu yıllara Didem.En iyileri hep senin olsun.

Monday, March 26, 2012

Beirut 'Postcards From Italy'




Bu şarkıyı Didem dinletti bana. Çok güzel çok eğlenceli.
Dinledim ve çok sevdim.
Siz de dinleyin siz de sevin. :)

Saturday, March 24, 2012

3 Türk 3 Alman birgün...

     Erasmus ilklerimi yaşayacağım bir deneyim olacak dedim hep kendi kendime ve dün de bir ilkimi yaşadım. İlk defa couchsurfer ağırladık!
     Couchsurfingi duymuşsunuzdur ya da şimdi duyun. www.couchsurfing.com adresinden, sizi evinde ağırlayacak kişiler buluyorsunuz. Hem gezerken mümkün olduğunca az para harcamış oluyorsunuz hem de yeni insanlarla tanışıyorsunuz. Biz de Avrupa'yı gezerken couchsurfing yapmak istediğimiz için evimizi insanlara açtık.
     Neyse bilgilendirme amaçlı kısa bir girizgahdan sonra gelelim bizim deneyimimize. 3 Alman kız geldi, evimizde kaldı. İki kişilik evinizde zaten 3 kişi kalıyorken gelen 3 kişiyi nasıl ağırladınız diye sormayın, gelenlerin uyku tulumu olduktan sonra 15 kişi bile ağırlarız. Ama biz ne yaptık, üst kattaki iki kişilik yatakta üçümüz yattık, alman kızlar alt katta kaldılar. İkisi benim yatağımı paylaştılar, biri de kanepenin yastıklarından kendine yer yatağı yaptı. 
     Gece 9'da evimize gelmeleri konusunda anlaşmıştık. Ancak geciktiler, aradık açmadılar biz de acaba başlarına birşey mi geldi ya da gelmekten vaz mı geçtiler diye düşünürken telefon geldi. Napoli'nin kötü şanı konuşmuştu, kızlardan biri herşeyini çaldırmıştı ve karakoldalardı.  Daha sonra polislerden kendilerini bizim eve bırakmalarını rica etmişler. Saat 10'a doğru geldiler. Anina, Anna ve Dana... Herşeyini çaldıran kız, yani Anina, bu konuda deneyimliymiş. Barcelona'da ve İstanbul'da da soyulmuş. Ama daha önce sadece cüzdanını çaldırmış hep, ilk defa herşeyini çaldırmış. Herşey derken cüzdanı ve kimliği, iPod'u ve bir hafta önce aldığı macbook air'dan bahsediyorum. Evet kızın çantasıyla beraber herşeyi gitmişti ama bize aldıkları hediye duruyordu. Kocaman fındıklı ritter çikolata... Off düşününce ağzım sulandı yine...  
    Anina herşeyini çaldıran biri için çok soğukkanlıydı. Ben olsam kendimi yerden yere atar, zırıl zırıl ağlardım. Kız üzgündü ama yaptığı espirilerle hepimizi güldürüyordu.
     Biz kızları beklerken çok heycanlıydık, çünkü hiç tanımadığımız üç insan gelecekti ve biz onların hikayelerini öğrenecektik. Yaşanan kötü olay nedeniyle hikaye anlatma faslı polisiye başladı. Ben de yazın Malta'da çaldırdığım iPad'imi anlattım. Bıçakla tehdit edilme, soyulduktan beş dakika sonra kimliğin iade edilmesi, polisin hemen olayın ardından gelmesi konulu hikayeler bittikten sonra İtalya'ya neden geldiklerini sordum. Biz de bir gece kaldıktan sonra Amalfi'de bir köye gideceklermiş, bir hafta kalacaklarmış ve burda ödev yazacaklarmış. Amalfi ne alaka dedim ve aldığım cevabı çok sevdim. Birlikte güzel bir yerde güzel vakit geçirirken ödev yapmak için gelmişler. Cevap cümlesini değil ama cevabın mantığını ve kızların özgürlüklerini çok sevdim. 
     İşte böyle bir gece geçirdik, sabaha kızlar erkenden kalkıp gittiler. Önce karakola ardından Amalfi'ye... Biz de gelen yeni teklifleri değerlendiriyoruz, her gelen çikolatasıyla geliyorsa böyle hergün gelsin birileri. 

Wednesday, March 21, 2012

Gay-Odin: Canı çikolata çekenlere




     Bu dükkandan size daha önce bahsetmiştim. Davide bizi gezdirirken bu dükkanın en lezzetli çikolataları yapan yer olduğunu söylemişti ve eklemişti "Napoli'deki değil, dünyadaki en güzel çikolatalar." Ben de daha fazla dayanamadım ve kendimi bu çikolata cennetine attım.



Dükkana girince, biraz hayal kırıklığına uğradım doğrusu. Çünkü zihnimde çikolata şelaleleri, çikolata havuzları, çikolata banyoları, çikolatadan insanlar falan hayal etmiştim. Ama tüm bunlar yerine bildiğimiz çikolatayla karşılaştım. Renk renk, boy boy çikolatalar.
                                               


   

    Ama paskalya çikolatalarının hakkını vermeliyim. Tadını bilmiyorum ama al, vitrinine koy, o derece tatlılar yani.

     Canım bunlardan hiçbirini almak istemeyince, ben de kendimi dondurmaya verdim.




     Mekan çok meşhur, e fiyatlar da doğal olarak ortalamanın biraz üstünde. 2 top dondurma 2.5€. Dışarda 1.5-2€ arasında değişiyor. Neli yesem diye seçemedim bir türlü, ben de en lezzetlisinden 2 top verin dedim. Dondurmacı çikolatalı -ama ne tür çikolata inanın bilmiyorum- ve fıstıklı 2 top dondurma koydu, üstüne krema sıktı, dondurmayı süsledi ve verdi. Yediğim diğer dondurmalardan kat be kat daha güzel gözüküyordu ama diğer dondurmalardan daha lezzetliydi diyemem. Burda bütün dondurmalar çok güzel. Ama bazen bazı italyanlar görüyorum, algida yiyorlar, anlamıyorum. "Senin böyle dondurmaların varken neden soğutulmuş krema yiyorsun be kardeşim?" demek istiyorum ama demiyorum. Neyse yediğin dondurma neye benziyordu derseniz, işte bu derim:


     Tam dondurmamın fotoğrafını çekiyordum ki, yanımdan geçen ve benim Türk olduğumu anlamayan iki Türk bana bakıp "Oha dondurmanın bile fotoğrafını çekiyor kız." dediler. Diyecek birşey bulamadım, ben de dönüp tip tip baktım. Evet kardeşim çekiyorum dondurmanın fotoğrafını, sanki her gün mü yiyoruz böylesini. Siz de kınamayın beni.:)

Monday, March 19, 2012

Babalar gününüz kutlu olsun

Happy St. Giuseppe's Day!
festa del papa

     Bugün burda babalar günü. Şaşırmayın babalar günü dünyanın her yerinde farklı tarihlerde kutlanıyormuş. Ama burda babalar gününe özel bir tatlı var! Zeppola!! Profiterol gibi... Bu ay boyunca her yerde satılıyorlardı ama bugünden sonra her yerde bulamayacağımızı öğrendik ve üzüldük çünkü çok lezzetliler. Bir de zeppolini var, zeppolanın küçüğü. zeppolacık gibi...
     Bu tatlıyı yedikten sonra İtalya'da baba olmak varmış dedim.
     Babacım, seni çok seviyorum. İyi ki benim babamsın. 
   


Friday, March 16, 2012

Trattoria Nennella

 

     Önceki yazılarımın birinde size bu lokantadan bahsetmiştim. O gün çok sıra olduğu için girememiştik buraya. Ama dün o kadar mükemmel bir zamanda gittikti, lokanta açılmadan 2 dakika önce, henüz kimse yokken.
     Bize burdaki garsonların kabalığıyla meşhur insanlar olduğu söylenmişti. Ama sahibi o kadar tatlı ki garsonlar napolice ne derse desin lokantanın sahibi ingilizce çok kibardı. Menüyü anlayamadık ve adam bize herşeyi tek tek açıkladı.



     Makarna yedik. Spagetti Napolitan diye birşeyin olmayışı beni derinden üzmüş olsa da menüdeki spagetti pomodoronın(domatesli makarna) bizim bildiğimiz Spagetti Napolitan olduğunu düşündüm. Hazal ıspanaklı, ricottalı, kremalı midye kabuğu şeklinde enfes bir makarna istedi. Makarnasının üstüne ekstra parmesan isteyince garson italyanca ya da napolice birşeyler söyledi, lokantadaki herkes güldü!!! Ne dediyse artık.

     Biz de Didem'le karidesli spagetti istedik. Sonuç: Spagetti üzerine konulmuş bir böcek oldu. Didem nasıl açacağını bilemeyince lokantanın sahibinden onun için açmasını rica etti. Adam yeni bir tabak, yeni çatal bıçaklarla geldi, şarkı söyleye söyleye, bir ameliyat yaparmışçasına ince çalışarak karidesi açtı. Ben kendi karidesimi açmayı başarabilmiştim, kabuklarını yeni gelen tabağa koymak istedim. O arada adam karidesimin kafasını bir çatalı ve bir kaşığı maşa gibi kullanarak aldı ve bana "hadi em" dedi. Karidesin kafasını gövdesinden ayırdığım taraftan karidesin beynini emdim. Lezzetli miydi? Evet. İlginç miydi? Evet.
     Biz giderken çok çekinmiştik bize nasıl davranırlar diye ama sakın siz çekinmeyin. Lokantanın sahibi çok içten davranıyor, çok tatlı. Zaten diğer garsonların ne dediğini anlamıyorsunuz, rahat olun.




     Lokantaya gelen herkes adını bilmediğim ama güveçte ahtapot olarak tanımlayabileceğim kötü görünen birşey yiyordu ama bu kadar insan yediğine göre baya lezzetli olsa gerek dedik.
     Makarnanın tabağı 5€. Eğer menü isterseniz menüdeki her kategoriden bir yemek istiyorsunuz ve 12€ ödüyorsunuz. İçecekler de dahil bu fiyata. Midesine güvenen gelsin. Yemekten sonra meyve ve yemek esnasında bir büyük şişe maden suyu ikram ediyorlar. Ama bunlar bize özel ikramlar mıydı yoksa herkese yapılan ikramlar mı bilemiyoruz.
     Bu mekanı sevdim. Biz yediklerimizden memnun kaldık. Şefin söylediğine göre domatesli makarna da çok lezzetliymiş. Makarnayı domates sosundan yapmıyorlar, taze domatesten yapıyorlar. Restoranın mutfağı da ziyarete açık. Adamlar temziliklerine bu kadar güveniyorlar yani. Biz mutfağa girdiğimizde tüm garsonlar domatesli makarna yiyorlardı. Bize de önerdiler. Oldukça lezzetli görünüyordu.
     Son bir not. Masaya ekmek de servis ediyorlar ama bu makarnayla beraber ekmek yemek için değil, tabakta kalan sosu sıyırmak için. Aklınızda bulunsun:)

Sihirli bir duygu

     Tanımadığım bir sokağa oturup, müzik dinleyip, tanımadığım insanları izleyip, onlardan etkilenip, o şehirden ilham alarak yazı yazmayı hep çok sevmişimdir.
     Çünkü bence her şehrin ayrı bir duygusu vardır.Farklı hikayeleri, farklı tarihleri, farklı iklimleri, farklı hisler verir o şehirlere, o şehirlerde yaşayan insanlara. Ve bence seyahat etmek yeni binalar görüp yeni yerler keşfetmenin yanında yeni duygular keşfetmektir. Sizi bilmem ama benim için ikincisi her zaman daha ağır basmıştır. Çünkü ben her seyahatimi biraz da içsel bir seyahate dönüştürürüm, hatta sırf bu amaçla bile seyahat edebilirim. Bu yüzden her seyahatimde yazarım, her zaman çantamda bir defter ve kalem taşırım.
     Sanırım bunu sevdiğim için, bana yeni duygular keşfettirecek insanları da hayatıma çekiyorum. Cumartesi günü Davide ile Napoli'yi keşfederken bir zamanlar tiyatro ile ilgilendiğimden bahsettim. O da tiyatro ile ilgileniyormuş, hatta her Pazar bir tiyatro çalışmasına gidiyormuş. Ne olduğunu anlayamadan birilerini aradı, birşeyler konuştu ve biz kendimizi Pazar günü tiyatro sınıfında bulduk. Önce hep beraber 20 kişilik bir salonda, bir saatlik bir oyun izlemeye gittik. "Küçük Prens"ten etkilenerek yazılmış bu italyanca oyundan birşey anlamadım haliyle, oyuncuların jestlerini, mimiklerini ve oyunculuk yeteneklerini izledim. Etkilendim çünkü dilini anlamadığım bu oyunda oyuncular bana her duyguyu hissettirebildi. Bu çok güzel ve biraz da üsperticiydi.
     Oyundan sonra ekip provaya gidecekti, biz gitmek istemedik çünkü provanın akışını bozmak istemedik.
     Her şey İtalyanca giderken birinin durup olayı bize İngilizce anlatması gerekecekti. Ama hem Davide hem de eğitmen çok ısrar edince iyi bir gidelim olmadı çıkarız dedik. Ve sanırım hayatımda yaptığım en harika şeydi oraya gitmek.
     Çalışmanın olduğu yer bir kütüphaneydi ve her yer kitap kokuyordu. Eğitmen tek kelime İngilizce bilmeyen, 28 yaşında, çok güzel, Fransa’da Peter Brooke ile çalışmış işini bilen bir kadındı. Davide’ye tercüme ettirdiği ilk şey “Bana güvensinler ve sorgulamasınlar.” oldu. Bizden oyundan sonra üç kelime seçmemizi istedi. Ve sonra o muazzam, nasıl geçtiğini anlamadığımız 2 saat başladı.
     Yakalamaç benzeri bir oyunla başladık. Biri denizanası oldu, dokunduğu paralize oldu. Bir başkası doktor oldu, denizanasının felç ettiklerini öperek iyileştirdi. Sonra bir doktor daha eklendi ve bu doktor hafifçe tokatlayarak iyileştirdi. Sonra hırsız polis benzeri bir oyun oynadık, biri katil oldu ve diğerlerini öldürdü. Kimin katil olduğunu anlayan eğitmene söyledi eğer tahmin doğruysa iyiler kazandı, yanlışsa o da öldü. İlk elde katil kazandı, ikinci elde katil (Hazal) kaybetti. Eğitmen Hazal’ı bir sandalyeye çıkardı ve her şey başladı. Sandalyeler şehir oldu, Hazal o şehrin insanı, bizler de şehrin mimarları. Arka fonda mükemmel bir Ludovico Einaudi albümü çalarken biz mümkün olduğunca sessiz, mümkün olduğunca görünmez olarak Hazal için yeni yollar inşa ettik sandalyelerle. Sonra biri daha çıktı sandalyeye. Bu sefer iş biraz daha değişti ve eğitmen bize “Bazen aşk şehirde dolaşır, b,ze rastlar. Bazen biz aşkı ararız. Şimdi siz aşkı arayın.” dedi. Sandalye üstündeki insanlara zamanla yenileri eklendi. Amaç o şehirde karşılaşmak ve “sihirli bir duygu” bulmaktı. O sihirli duygu içinse yapmamız gereken sandalye üzerinde yürümekten çok içsel bir yolculuk yapmaktı. Karşılaştığımız her insanın gözünde kendimizi ve o duyguyu aradık.
    Eğitmen bize kendimizi sorgulattı. “Kendi  yolunuzda ilerlerken biri karşınıza çıkıyor. Ya onu terk ediyorsunuz ya da yola onunda beraber devam ediyorsunuz. Ama ikincisinde yol daha güzel olsa da senin yolun olmuyor, sizi yolunuz oluyor.”
     Birçok kişi için bir yolu başkasıyla paylaşmak önemli olabilir, hatta bu bir hedef olabilir. Ama ben sanırım hayatımdaki her insanın yolumun üstündeki bir durak olmasını istiyorum. Ben kendi yolumda giderken zaman zaman uğrayabileyim o duraklara ama kimse benimle yürümesin o yolda. Bazı duraklara daha sık uğrayayım, daha çok özleyeyim ama o yol “benim” olsun. İşte ben bunu sorguladım. Bu yolda tek başına yürümek istemenin adı yalnızlık mıdır? Ya da sonu yalnızlık mıdır? Peki ya yalnızlık kötü bir şey midir? Ben daha kendimi çözememişken, yolum nereye gidiyor bilmiyorken bir başkasını ya da başkalarını bu yola nasıl dahil edeyim? Ve hatta bu yolun sonu belli olsa dahi, ben bir başkasını bu yola dahil eder miydim?
     O gece aşkı aradık o sandalyelerin üstünde be ben içimde aşkı hissedebildiğim nadir anlardan birini yaşadım. Aşkı, tutkuyu, coşkuyu hissettim sandalyelerden kurulmuş bir şehirde. Eğitmen "Aşkı arayan insan parlar." dedi ve ben o gece parladığımı hissettim.
    Sonra hepimiz bir sandalyeye oturduk ve oyundan sonra seçtiğimiz üç kelimeyi fısıldamaya başladık. Şehrin sesleri olduk. Herkes sırayla şehirde gezinmeye başladı ve şehrin seslerini dinledi. Benim kelimelerim “özgürlük, yolculuk ve şiir”di. Ve ben o gece aşık oldum; bir kişiye ya da bir nesneye değil, o ana aşık oldum.
     Eğitmen beni çok etkiledi. O kadın olmak istedim. Simsiyah uzun eteğiyle, simsiyah kazağıyla, kalın şekilli dudaklarıyla o kadın olmak istedim. Asıl amacım o kadın gibi görünmek değildi, o kadın gibi hissetmekti, o kadın gibi yaşamaktı. Çünkü merak ediyorum o kadın yolda yürürken neleri duyuyordur, yediğinden nasıl bir tat alıyordur, o kıyafetleri içinde nasıl hissediyordur, neye ağlıyordur, nasıl seviyordur, nasıl sevişiyordur. Olayları değil sadece o olayların o kadına hissettirdiklerini merak ediyorum. Bize o geceki yoğun duyguları hissettirebildiğine göre her duyguyu çok yoğun yaşıyordur diye düşünüyorum. Hayatımın kalanında her duyguyu çok yoğun yaşamak istedim, istiyorum.
    Çalışmanın sonunda açıklama yaptı. “Bazen aşk şehirde dolaşırken sana dokunduğunu hissedersin, somut bir dokunuş değildir bu ama hissedersin. Ben de bugünkü oyunda bana bir şeyin dokunduğunu hissettim ve bu da benim cevap verme şeklimdi.”
     Öyle bir cevaptı ki bu, hepimize derinden dokundu. Bu cevaba nasıl cevap verilir bilmiyorum.
     Sonra Yann Tiersen çalarken sınıfı topladık ve vedalaştık.
     

tiyatro biletimiz

Wednesday, March 14, 2012

This is the kitchen

     Sonunda ev tuttuk. Yerimizde zıp zıp zıplıyoruz. Anahtarı çoğaltmamız için bize verip saat 5'te orjinal anahtarla geri gelin, eviniz de o saate kadar temizlenmiş olur dediklerinde kaçak kaçak evimize gittik, fotoğraf çektik, evin içinde zıpladık. Öyle mutluyuz yani.
     Neler yaptık hayalimizdeki evi bulmak için. Ve sonunda bulduk:)
     Napoli'deki ilk günümüzde erasmus point denilen ofise gittik. Okulumuzun bu ofisle erasmusla gelen öğrencilere her konuda yardım etmesi için anlaşması varmış. Ancak bu ofis hakkında duyduğumuz korku hikayeleri yüzünden bu ofise güvenmemiz 1 haftamızı aldı. Sonuçta Napoli'de ilk gördüğümüz evi tuttuk.
     İlk gördüğümüzde evimiz için çok şirin ama çok küçük olduğunu düşünmüştük. Bir çift burda çok mutlu olabilirdi ama biz olamazdık, çünkü çok küçüktü. Sonra diğer evleri gezdik. Gezdikçe gördük ki aslında en iyisi o evmiş. Bize ait olabilecek tek yermiş, diğer evlerde aynı paraya bir oda tutacakmışız ve 6 kişi bir banyo kullanacakmışız.
     Aslında birer at olsaydık yaşanacak çok güzel ve çok ucuz evler bulabilirdik. Ama ne yazık ki insanız, belli kriterlerimiz var. Mesela yaşadığımız ev temiz olsun, düzenli olsun, evdeki insanlar insan olsun, evden içeri girdiğimizde bir toz bulutu bizi karşılamasın, nefes aldıkça ciğerlerimiz tozla dolmasın falan.
     Ama sonunda gönlümüze göre güzel bir ev bulmuş olduk. Herşeye değdi yani:)
     Neler yaşadık neler gördük bu süreçte, bu konuyla güzel bir sitcom çekebiliriz aslında. Ama kameralardan ve yönetmenlikten anlamadığımız için yazmaya karar verdim. Ama hepsini yazmak ne mümkün... Zaten o ruh halini, olaylardaki saçmalığı kelimelerle anlatmak da mümkün değil. Olur ya komik bir olayı anlatınca karşındakine o kadar da komik gelmez. Fıkrasına gülünmeyen adam olmak istemiyorum:)
     Ama şundan bahsetmeliyim. Baktığımız evlerden birinde, ingilizce bilmeyen ve yavaş yavaş italyanca konuşursa anlayacağımızı düşünen emlakçı boş bir duvar gösterdi ve "This is the kitchen." dedi. Ne bir dolap ne bir mutfak eşyası, boş bir duvar... Başımızı sokacak bir çatımız olmamasına rağmen ağlanacak halimize katıla katıla güldük.
    Erasmus yapacak arkadaşlar için ev bulma sürecini özetlemem gerekirse:
1-Yanınıza italyanca-türkçe sözlük alın.
2-Beklentinizi düşük tutun.
3-Sokaklara çıkın, duvarlardaki ilanlardan numara toplayın.
4-Sizin için telefonda ev sahibiyle konuşacak ve bir randevu ayarlayacak hem italyanca hem ingilizce bilen birini bulun. Hatta sokaktaki öğrencilerden rica edebilirsiniz, seve seve yaparlar.
5-Randevuya gidin.

Ev aramak için bazı internet siteleri de var tabi. www.easystanza.com, www.kijiji.it, www.bricabrac.it benim bildiklerim. Hepinize kolay gelsin ve bizim evimiz hayırlı olsun.

Sunday, March 11, 2012

Non parlo italiano

     İlk İtalya yazımda da yazmıştım ya keşke biri çıksa da bu insanlara herkesin onların dilini konuşmadığını, anlamadığını söylese diye... Bu dileğimin kapsamını biraz daha genişletmek istiyorum, keşke biri çıksa da bu insanlara yavaş yavaş, tane tane konuşuyor olsalar da dünyanın kalanının onların dillerini anlamadığını söylese diyorum. Çünkü ev sahipleri, emlakçılar, sokaktaki insanlar yani herkes bizimle İtalyanca konuşmaya çalışıyor. İngilizce bilmedikleri için "I don't know Italian" onlar için bir anlam ifade etmiyor. Biz de "Non parlo Italiano" diyoruz, duruyorlar, 2 saniye için düşünüyorlar ve "Hmm" diyip daha yavaş İtalyanca konuşmaya başlıyorlar. Biz de nasıl yabancılara sağır muamelesi yapıp yüksek sesle konuşunca anlamalarını bekliyorlarsa burda da yavaş konuşunca anlayabileceğimizi düşünüyorlar. Ah şu İtalyanlar...

Saturday, March 10, 2012

Bir Napolitanla Napoli'de bir gün

    Bir şehrin en iyi rehberi o şehrin yerel insanıdır. Rehberler ancak ana caddedeki restoranları önerebilecekken, o şehrin yerel insanı ara sokaklarda neler olduğunu da bilir. Biz de bugün dünya tatlısı bir Napoliliyle, Davide'yle, gezdik Napoli'yi. Bu şehirdeki her yeri görmüşüzdür artık derken, bizi öyle yerlere götürdü ki, kendimizden geçtik, bir kere daha.

    Napoli sokaklarında dolaştık önce, daha önceden ev aramak için koşturarak geçtiğimiz sokaklara gittik tekrar. Via Tribunali'den başladık. Gay-Odin diye bir dükkan gösterdi, "en iyi çikolata burda yenir." dedi ve sonra bir yanlış anlaşılma olmasın diye düzeltti "Napoli'deki değil, dünyadaki en iyi çikolata." Her türlü çikolatayla yapılmış dondurmayı da burda bulabilirsiniz." dedi. O dükkana gideceğim, herşeyden deneyeceğim ve fotoğraf çekeceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.

    Via Tribunali'den Via San Gregorio Armeno'ya saptık.


    Bu sokakta İsa'nın doğumunu anlatan biblolar (presepi) var.

           

     Önce İsa'nın doğumunu yapanlar zamanla ünlü insanları da yapmaya başlamışlar. "Burda bir biblon varsa gerçekten ünlüsün demektir." dedi Davide. Papa ve Lady Gaga'nın bibloları aynı rafta duruyordu.
     Bir de bize çok yabancı biri vardı, Puiecenella. Zamanında her şehrin bir komedi tiyatrosu varmış ve her tiyatronun da kendine ait bir karakteri. Puiecenella da Napoli'nin karakteri...

"I'll take you from lane to lane, just you because you are a friend, and I'll take you through the neighborhoods, where you can't see the sun. But you can see all the rest, and the windows open, and you understand how beautiful is the city of Puiecenella."

Puiecenella
hazal ve presepi'ler
                                                           
     Yolda yürürken Davide'ye Napolililer hakkında duyduğum bir efsaneyi sordum. "Napolililerin korktuğu iki şey vardır, biri futbol takımının yenilmesi diğeri de Vezüv'ün patlaması." Güldü "Vezüv yıllardır patlamadığına göre ilki daha korkutucu." dedi.


    Peki sizce bunlar ne? Biz biber olduğunu düşündük, hatta kafamızda demek ki Napoli biberiyle de meşhur diye çıkarımlar da bile bulunduk, ve sonra Davide'ye sorduk. Ve öğrendik ki bunlar biber değil, boynuzmuş ve bu boynuzların şans getirdiğine inanılıyormuş.


    Ve bir turist geleneği. Gözlerinizi kapatıp bulunduğum yerden arkamda gördüğünüz binanın önündeki 2 heykelin arasından yürümeniz gerekiyor. Didem bunu başardı. Ama insanlar genelde yapamazmış, etraflarında dönmeye başlarlarmış. Didem başarınca Davide çok şaşırdı.

     Napoli'ye özgü klişelerden de konuştuk. Kötü şeyin ünlenmesi ne kadar da kolay. Herkes bu şehir hakkında konuşurken çöplerden ve hırsızlıklardan bahsediyor. Kimse de çıkıp bu şehir Avrupa'nın en büyük tarihi alanına (historical centre) sahip demiyor.


                                                               

     Ama haksızlık etmeyeyim, pizzanın ve makarnanın ünü tüm dünyaya yayılmış. Davide tekrar doğru bilinen bir yanlışı düzeltti. "Pizza İtalya'ya ait bir yemek değil, Napoli'ye ait." dedi. Sonra bizi çok ünlü bir makarnacıya götürdü.
 Trattoria Nennella. Sokak arasındaki bu restoran çok meşhur ve çok kalabalık. İnsanlar sıraya girip uzun süre bekliyorlar.


Bu restoran garsonlarının müşterilere olan kaba tavrıyla meşhurmuş. Garsonlar müşterilere küfredermiş, susadıklarındaysa müşterilerin suyunu alıp içerlermiş. Ama yine de kimse bu mekandan vazgeçemezmiş çünkü çok ucuza çok kaliteli yemekleri varmış. -mişli geçmiş zaman kullanarak anlatıyorum çünkü bu sırayı beklemek istemedik, nasıl olsa daha çok zamanımız var yine geliriz dedik ve başka salaş bir restorana gittik. Şunu iddia ediyorum ki bugüne kadar yediğiniz şey pizza değil! Orjinal pizza için Napoli'ye gelmeniz gerek!

     Napoli, özgürlüğümün başkenti, seni her gün daha çok seviyorum.

Wednesday, March 7, 2012

ciao napoli!

"hayatımız boyunca bugünü unutmayacağız herhalde" diye başladık yola.
uzun süren ama keyifli bir yolculuktu.
yanımızda erasmusun verdiği gazla bana mısın demeden taşıdığımız valizlerimiz, 4 kutu lokum, endişelerimiz, heycanlarımız ve hayallerimiz.
yolculuğun ertesi günü geri dönüp baktığımda, bu yolculuğu 4 levelı olan bir oyuna benzettim.

level 1: uçak.
2 saat 20 dk sürerek söylenenden 20 dk daha kısa süren sallantılı bir uçuşun ardından romaya vardık. ve daha sonra round 2deki aracımıza yani bizi havaalanından alıp tren garına götürecek shuttleımızı aramaya başladık.
level 2:shuttle
roma'yı ilk defa görmüş oldum bu shuttle sayesinde. en arkada bizden başka beş türk öğrenci, türkçe türkçe gittik. aslında farklı firmaların farklı fiyatlarda shuttleları var, terravision isimli firma 4€'a götürüyor.
level 3: tren garı, kahve molası ve tren(10.5€)
yolculuğun şüphesiz en uzun, en yorucu ama en eğlenceli kısmıydı.
italyanlar çok garip, biz ingilizce soruyoruz italyanca cevap veriyolar, anlamamızı bekleyerek. biri çıksın ve bu adamlara dünyadaki herkesin onların dilini konuşmadığını söylesin.
otomatlardan bilet alırken adamın biri yanımıza geldi, italyanca konuşmaya başladı, bizi makinanın önünden atıp işlerimizi yapmaya başladı, bizi yanlış perona yönlendirdi ve sonra kahve parası istedi. kültür farkına bakar mısın bizdeki ekmek parası adamlarda kahve parası...
2. sınıf trenimize bindik ve 2. sınıfın ne olduğunu anladık. koltuk numarası yok, ben kaptım diyip oturuyosun, tabi yolcuların yarısı ayakta kalıyor. valizini de seninle beraber ama valizi koridora koysan insanlar geçemez, valiz koymak için ayrılan raflara kaldırsan belin tutulur. napcaz beee derken ayağa kalkan kırk yaşlarında bir italyan amca 20 kglık valizleri tuttuğu gibi kaldırıp rafa koydu! hey maşallh dedik biz de. hani bir zeytinyağı reklamı vardı, 70lik 80lik italyan teyzeler amcalar hoplayıp zıplıyordu bunu da akdeniz diyetine bağlıyorlardı, onu hatırlattı amca bize.
gerçi amca benim 30 kgluk valizimi, yani nam-ı diğer yogi, kaldıramadı. valizim koridorun ve kapının yarısını kapattı. kendimi çok suçlu ve ezik hissettiğim için gelen geçene kapıyı açtım.
yol 2.5 saat sürdü, yani istanbul-roma yolculuğundan daha uzun. tren kokuyodu, kaloriferler dibine kadar açıktı ve camlar açılmıyordu. ama yolculuğun en çok bu kısmında güldük:)
trenden indik ve süpriz. arkadaşım didem'in arkadaşının arkadaşı bizi karşılamaya gelmişti. birinin bizi karşılaması gözlerimizi yaşarttı. kız bizim için taksicilerle konuştu, pazarlık yaptı ve bizi o anda karar verdiğimiz hostelimize götürecek bir taksi ayarladı.
level 4: taksi ve hostel
the hostel of the sun
napoliye gelirseniz güvenle kalabileceğiniz mükemmel şirin, tatlı mı tatlı bir hostel. bir apartmanın 6. ve 7. katı. Castel Nuovo'ya yürüyerek 5 dakika uzaklıkta. peki biz burayı neden seçtik? çünkü arkadaşım hazal'ın arkadaşının arkadaşı olan bir türk burda çalışıyomuş. sonuç olarak fiyatına kahvaltının da dahil olduğu, içinde banyosu olan 3 kişilik tatlı şirin bir odamız oldu.
ve mission completed.
mario prensesini kurtardı bir nevi.
çok uzaktan kurduğumuz bağlantılarla çok güzel bir yolculuk yaşadık:)
odaya kendimizi attıktan sonra ve bir süre "yaşasın başımızın üstünde bir çatı var" diye yerimizde zıpladıktan sonra, duş aldık, üstümüzü değiştik veee kendimizi napoli sokaklarına attık:)
kahvaltılar da çok güzel. kocaman bir nutella -büyük boy değil kocaman boy- fıstık ezmesi, marmelat, peynir, pastırma, kızarmış ekmek, etimek, cornflakes, meyveli yoğurt, portakal suyu ve kahveden oluşan, bir hostelden beklemediğim kadar iyi bir kahvaltıydı.

napoli beklemediğim kadar büyük ve beklemediğim kadar güzel bir şehir. yerel halk napolinin kötü şanından çok rahatsız diyebiliriz. "biz de roma gibiyiz, bir sürü müze, bir sürü güzel yer var ama kimse bunlardan bahsetmiyor." dedi ingilizce bilen nadir napolililerden biri.

şu 2 günde hiç kötü birşey yaşamadığımızdan da olabilir ama biz kendi aramızda, napoli hakkında kötü şeyler söyleyenlere çok kızdık, biz hep iyi şeyler söyleyeceğiz dedik.
bugünü ve yarını ev aramaya ayırdık ki ev bulunca bu süreçle ilgili yazacağım.
haydi kalın sağlıcakla:)

Monday, March 5, 2012

Peki ya siz beni ne kadar özleyeceksiniz?

     Gidiyorum. Valizimi hazırlarken en güzel elbiselerimin tam yanına heyecanlarımı ve hayallerimi de koydum. Aynaya bakıyorum, yerimde zıplıyorum heyecandan. Gözlerimin içi ışıldıyor, bunun farkındayım. Mutluyum. Daha da mutlu olacağım.
     Kendimi geliştirmeye gidiyorum. Sevmeye ve sevilmeye, tanımaya ve tanınmaya gidiyorum. Hayallerime doğru gidiyorum. Siz de mutlu olun benim adıma.
     Sarıldığım her insana, hoşçakal dediğim her insana yüreğimden bir parça bıraktım. Neyse ki insan kalbi kendini hızla yenileyebiliyor da tanışacağım yeni insanlara da verebilecek kadar kaldı yüreğimden.
     "En çok kimi özleyeceksin?" diyor arkadaşlarım bana. Herşeyden, herkesten biraz özleyeceğim, ama affedin beni, bu 5 ayı tamamen özleyerek geçiremem. Sizi hatırladıkça gülümseyecek kadar özleyeceğim, hatırladıkça ağlayacak kadar değil.
     Peki ya siz beni ne kadar özleyeceksiniz?
     Gülümsediğiniz anlarda, beraber mutlu olduğunuz anlarda beni de hatırlayın, o bana yeter.:)



napoli 

Sunday, March 4, 2012

Gazella Gezi Blogerı Yarışması


Sevgili arkadaşlar,
Bir çılgınlıktı benim için bu yarışmaya katılmak, hatta cesaret ederken zorlanmıştım.
Ama tam bana göreydi, henüz çok yeni olan blogumda 3 tane gezi yazısı vardı, ve bu yarışmaya katılım şartı da en az 3 gezi yazısı yayınlamış olmaktı.
Ne kaybederim dedim ve 3 aşamalı bu yarışmaya başvurup herşeyi akışına bıraktım:)
Ve sonra o mail geldi,
Jüri elemesini yani 1. aşamayı geçtiğimi, sıranın 2. aşamada yani halk oylamasında olduğunu söyleyen mail.
O günden beri evin içinde zıplayarak dolaşıyorum.
Bu aşamada ilk 10'a girmem gerek. 
Sizden ne mi istiyorum?
Bu linke tıklayıp blogumun adının (kubraso.blogspot.com) yanındaki yıldıza basarak benim için oy kullanmanızı tabi ki:)
3 oy hakkınız var, çekinmeden kullanabilirsiniz:)
Ama merak etmeyin, salı günü İtalya'ya gidiyorum ve 5 aylık Avrupa maceramın her adımını, gördüğüm öğrendiğim herşeyin her ayrıntısını bu blogdan paylaşacağım:)
yani 3 gezi yazısıyla kalmayacak:)

Kendinize çok iyi bakın, oy vermeyi unutmayın:)
Yıldızınız bol olsun:)